Tuğrul ATASOY
Küresel ve bölgesel denklemlerde enerji kaynakları üzerine süregiden mücadele, bir yandan kısa vadeli hamlelere hükmederken bir yandan da ekonomik devamlılıkla ilgili kaygılar sebebiyle tüm aktörlerin gelecekteki konumlarını sürekli olarak yeniden değerlendirmelerini zorunlu kılıyor. Stratejik kaynaklara hakim olma ve hak paylaşımı çatışmaları, özellikle yakın coğrafyamızda neredeyse saatlik bazda değişkenlik gösteren bir tabloyu önümüze koyarken bu çerçevede temel dinamikler hâlâ 20. yüzyılla büyük benzerlik gösteriyor. Enerji dünyasının uzun vadeli stratejik planlarında ise çok farklı bir kurgunun yapı taşları yerlerine oturmaya devam ediyor.
Enerji değer zincirindeki bu büyük dönüşüm her halkasında bugünkü tercihlere alternatif pek çok seçenek üzerinde durmaksızın ilerliyor. Özellikle son on yılda görünür düzlemde yenilenebilir enerji teknolojilerine bağlı olarak yaşanan hızlı değişim büyük bir ‘dekarbonizasyon’ hareketi olarak ön plâna çıkarılıp teşvik mekanizmalarıyla hızlandırılsa da, ulusal ve bölgesel eğilimlerde yaşanan değişimler daha büyük bir öykünün yazılmakta olduğunu gösteriyor.
Bu dönüşümün önemli ayaklarından biri, uzunca bir süredir enerji üretimi alanında gerçekleşiyor. Enerji tüketim seviyelerinde en azından nüfusa bağlı büyük artışlar öngörmeyen Avrupa ülkeleri, ulusal politikalar, teşvik ve yaptırımlar doğrultusunda mevcut enerji üretim portföylerinde kaynak bağımlılığını ve çevresel etkileri azaltmaya yönelik adımlar atıyor. Almanya’da 2000 yılında ‘Yenilenebilir Enerji Yasası (EEG)’ ile başlayan ve bu dönemden beri özellikle nükleer enerji santrallerinin kapatılma süreciyle iç politikada tartışmalara konu olan ‘Energiewende’, enerji sektörünün yeniden biçimlendirilmesi anlamında en somut örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreçte altta yatan temel motivasyon kaynaklarından belki de en önemlisi, Avrupa’nın en büyük tüketicilerinden biri olduğu doğal gaz tedariği. Uluslararası politikada Avrupa ve Rusya’nın ister doğrudan, ister dolaylı olarak müdahil olduğu tüm denklemlerde, kıta Avrupa’sına kesintisiz olarak süren doğal gaz tedariği hâlâ belirleyici bir unsur olarak ağırlığını koruyor. Türkiye’nin de ulusal güvenliği açısından çok yakından takip etmek zorunda olduğu Kırım ve Kerkük’te yaşananlar da bu çerçeve içerisinde çok şaşırtıcı sonuçlar barındırmıyor.
Gelecek stratejilerinde ekonomik istikrar ve arz güvenliği kaygısı artan pek çok ülke ise bu dönüşüm sürecini geriden gelip farkı kapatmak istercesine büyük hamleler ile gerçekleştirmeye çalışıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş dönemindeki temkinli yaklaşımlar yerini agresif kurulu güç artış hedeflerine ve büyük ölçekli projelere bırakıyor. Türkiye gibi nüfusu ve enerji talebi artış göstermeye devam eden ülkelerin yanı sıra, Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkeler de yüzlerce MW’lık güneş santrali ihalelerine çıkıyor. Son derece rekabetçi fiyatların oluştuğu bu ihaleler, giderek büyüyen küresel bir rekabeti de hızlandırıyor. Her yıl kendi üretim kapasitelerine onlarca GW’lık yenilenebilir enerji potansiyeli ekleyerek ilerleyen ABD ve Çin ise büyüyen bu pazarda paylarını büyütmek için farklı politikalar izliyor. Özellikle Çin’in yenilenebilir enerji ihalelerinde kendi şirketlerinin rekabetçilik seviyelerini artırmak amacıyla verdiği destekler, başkenti hava kirliliğine teslim olmuş bir ülkenin uluslararası stratejilerini yansıtması açısından incelenmesi gereken bir konu başlığı oluşturuyor.
Oluşan yeni enerji kurgusunun en önemli dönüşüm ayağı ise ‘küçük’ oyuncuları, yani tüketicileri kapsıyor. Avrupa’nın yenilenebilir enerji destekleri sonucu bireysel yatırımcılar, yerel kooperatifler gibi konvansiyonel enerji sisteminde tüketici olmaktan öteye geçmeyecek pek çok profil gelişmiş ülkelerde büyük bir iştahla yıllardır enerji yatırımları gerçekleştiriyor ve enerji üreticisi rolüne bürünüyor. Sektörde liberalleşme sürecini daha geç başlatmış Türkiye gibi ülkelerde ise, değer zincirinin öteki ucunda yer alan milyonlarca enerji tüketicisinin bu dönüşümdeki potansiyeli hâlâ enerji kurgusunun büyük ölçüde dışında. Ülkemizde lisanssız güneş enerjisi santralleri ile başlayan ve çatı tipi güneş sistemlerine yönelik mevzuatlarla hızlanması umulan kurulumlar, bu potansiyelin açığa çıkması için ilk olanakları sunuyor olsa da elektrikli ulaşımdan dinamik talep yönetimine pek çok konuda tüketicilerin ülkenin enerji dinamiklerine yapabileceği olumlu etki ise ancak ülke şartlarını ve tüketici beklentilerini dikkate alan yasal düzenlemeler ve iş modelleri ile birlikte büyüyebilir gibi gözüküyor.